Mithat Şen - Gülenay Börekçi Haber Türk Röportajı
Sanat Söyleşileri’nin ilkinde kasım sonunda Contemporary İstanbul kapsamında DemArt Galeri’de, aralık başında ise PG Art’ta iki kişisel sergi açmaya hazırlanan ressam Mithat Şen’le konuştuk.
Ressam Mithat Şen çok uzun süredir, binlerce yıllık sanat tarihinde en çok üretilmiş olan imgeyi, “beden”i yeniden üretiyor. Hem yazıyı hem figürü andıran fakat ne hat ne figür olan yapılar onun bedenleri... Bugüne dek üzerlerine çok yazıldı, hatta birkaç kitap bile kaleme alındı. Gene de dokusu, ağırlığı, duyusal bileşenleri sürekli değişen, dönüşen bu sessiz ve tehditkâr yapıları hâlâ en iyi kendileri ifade ediyor. Sonsuz bir süreklilik içinde durandevinen, yaklaşan-uzaklaşan, azalançoğalan, birleşen-parçalanan, hafifleyen- ağırlaşan, daralan-esneyen bu bedenler, kan hücreleri gibi. Hepsi aynı, ama her biri tek ve eşsiz. Sanatçının röportajda dediği gibi: “Bir şekiller toplamını tekrar ediyorum. Ve o toplamın içindeki bir beden artık tek bir beden olmaktan çıkıp, tüm bedenlerin, kâinatın simgesi haline geliyor.”
■ Yapıtlarınızın bir özelliği de hikâye anlatmamaları...
Yaptığım şey, doğadan bir parça alıp onu, doğanın üretim biçimini kullanarak ama doğayı referans göstermeye ihtiyacı kalmadan tekrar etmek. Doğadan olduğunu unutana kadar. Kendisi doğa olana kadar... Hikâye büyük bir tuzak. Hüsn-ü hat da neticede harflerden, şekillerden oluşur. Üzerinde yol alınabilecek hale gelmesi için sizin onu okuma dışında yöntemlerle anlamlandırmanız gerekir. Hatta Arapça bilip yazılanın kutsal bir metin olduğunu kavrasanız bile, anlamını kavrayamayabilirsiniz. Yine de bu onun ritmini bozmaz, sizin onu estetik alımlayışınızı değiştirmez. Elinizdeki hüsn-ü hattın bir hikâye anlatması veya Kuran’dan bir ayet olması kısmen onu mukaddes kılsa da, o dili bilmeyenler hatta başka dinden birileri de ondan estetik haz alabilir.
■ Yapıtlarınızın isimleri de yok...
Göndermeleri ve yönlendirmeyi engellemek için, adlandırmıyorum onları. Bakanla baktığı yapıtı baş başa bırakmak için... Röportaj vermeyi pek istemeyişim de bundan. Söyledikleriniz bir yönlendirmeye sebep olabilir çünkü.
■ Resimlerinizden konuşmak istemediğinize göre... Gelenek dediğimiz şeyin bu toprakların genetiği olduğunu söylemişsiniz...
Eski usuller önermek niyetinde değilim. Bahsettiğim şu: Modernizmin Batılılaşma ve çağdaşlaşma adına kabulü ve dayatılmasıyla birlikte bu coğrafyada çok ciddi bir semantik kopuş yaşandı. Bu yeni yapılanma gayreti, toplumun ve bireyin kendini ifade etme, anlamlandırma bilgisini kuramadı. Bizim artık bir anlam matrisimiz yok. Ben hatırlatıyorum sadece, şarkıdaki gibi. “Sen unut geçmişini, ben aklımda tutarım...”
■ Anlam matrisimiz yok derken...
İster kuzey-güney, ister doğubatı aksında olsun, her coğrafyaya ait özel bir anlamlandırma bilgisi ve yöntemi vardır. Hıristiyanlık niçin Roma döneminde geldiği veya icat edildiği biçimde kalmadı da mezhepler ortaya çıktı. Niçin en yakın komşumuzda Şia var da bizde Sünni Müslümanlık benimsendi. Madem İslam ya da din evrensel, niçin farklı yollar seçildi... Modernistlerin tüm dünyanın aynı kozmolojiyle algılanabileceği varsayımı yanlış. Aramızda fark yokmuş gibi yapmamız da II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın egemenliğiyle dayatılmış bir şey. Görünüşte bizi bağlayan popüler Amerikan kültürü, Batı’nın “ilkel” ve “vahşi” saydığı Hıristiyanlık dışı toplulukları “uygarlaştırma” projesinin görebildiğimiz son aşaması.
■ Öte yandan, bir geleneği yıkmak için o geleneği çok iyi bilmek gerekmez mi?
Kuşkusuz öyle. Ama işte II. Mahmut ve III. Selim tarafından Batılılaşma diye başlatılıp Cumhuriyet’le birlikte çağdaşlaşma adını alan paradigma, bazı alanlarda beceriksiz kaldı..
■ Becerilemeyen neydi?
Çağdaşlaşma adına geleneği görmezden geldiler; daha doğrusu çağdaşlaşmanın önündeki engel saydılar. Halbuki Cumhuriyet’le birlikte yapılabilmiş birçok radikal değişim, Osmanlı projeleriydi.
■ Aradaki boşluğu kapatmak adına bir teklifiniz olmalı...
Kaybolan anlam bütünlüğünü yeniden oluşturmak adına bir şeyler yapılmasına ihtiyaç duyulduğu hissediliyor. Bizde modernizmi yapısal bir sorun olarak gören çıkmadı. Modernizm Batı’nın kendi meselesiydi, eleştirisi de kendinden geldi. Postmodernizmi de bir tek tip üst söyleme çevirmeyi başardık. Birkaç taklit dışında modernizme hiçbir katkısı bulunmayan bu coğrafya, postmodernizmi gayet kullanışlı kıldı. Sanatı gelenekle temellendirmek, kaba suiistimallerin önüne geçmek için bugün en ihtiyaç duyduğumuz şey.
■ Sizin resminizin gelenekle ilişkisinden söz eder misiniz?
Modernizmin “sanat evrenseldir” dayatmasına karşı çıkarken, “Evrensel olan sanat yapıtıdır, yapma yöntemi değil” demiştim. Gelenek, o yöntemin en önemli parametresidir. Benim resmimin gelenekle ilişkisi de budur.
■ Ve sanat bütün bunlardan bağımsız değil...
Her sanat yapıtı bir iddiadır. Sanatçı yapıtıyla yeni kurallar ilan eder. Bunu da kendinden önce yaşamış sanatçıların kurallarını yıkarak yapar. Aslında şunu söylüyordur: Sanat yapmak için siz bir yöntem önermiştiniz, bense buna karşı yeni bir sanat yöntemi öneriyorum.
‘ÜSLUBUN ZAMANA İHTİYACI VAR’
■ Siz sanatın gelenekle ilişkisi meselesini düşünmeye hangi sürecin sonunda başladınız?
Hep düşünüyordum. Ama 20 yaşımdayken, yaptığım işin görsel karşılığını şimdikine yakın bir güçte ortaya koyamamıştım. Üslubun da zamana ihtiyacı var. Ayrıca yöntem konusunda eksiklerim vardı. Bu coğrafyada önemsenmemiş, unutturulmuş şeyleri öğrenmeye çalışıyordum. Teknik bilgi edinmekten değil, ruhuna vakıf olmaktan söz ediyorum. Bunları öğrenebileceğimiz yerler yoktu o yıllarda.
■ Kendi kendinize mi öğrendiniz?
Elbette. Hiç destek görmediğim gibi, yadırgandığım da oldu. Bazılarına enteresan geldi belki, o kadar. Bense başka şeyleri yadırgıyorum, özendiğimiz ama hiçbir zaman bize dair olmamış şeyleri bu kadar kolay kabullenmeyi, içine alabilmeyi, içinde olabilmeyi ve bunlara dair hiçbir şeyi merak etmemeyi...
■ Tam olarak ne yapmayı istiyordunuz?
Batı’nın kullandığı malzemeleri kullanmak istemiyordum. Bu bir tavırdı, karşı olduğumdan değil. Tuval üzerinde boyayı kullanarak bir gerçeklik yanılsaması yaratmayacak, farklı bir yöntem bulacaktım.
‘Dayanılmaz olan, farkların yok sayılması, tektipleşme’
■ Ressamlarla yapılmış röportajlarda artık resimden ziyade galeriler ve ressamlar arasındaki ilişkiler, koleksiyonerler ve resim fiyatları üzerine konuşulduğunu fark ettim...
Fevkalade sıkıcı konular bunlar. Fakat öyle bir durum var hakikaten. Dilerseniz hayıflanırsınız, dilerseniz olumlarsınız. Diyebilirsiniz ki; Türkiye’de sanatçılar resimle ilgili meselelerin hepsini tartışıp çözümlediler ve artık bu konular üzerine düşünmeye ihtiyaçları kalmadı... Ben öyle düşünmüyorum.
■ Bu hale nasıl gelindi?
Başta konuştuğumuz şey; bir teklifleri yok. Post-modernizmin ve enstalasyon trendinin de etkisi var tabii. Biz henüz tuval resmini tam irdelememişken, Batı ortaya enstalasyon fikriyle çıktı. Geleneğe karşı çıkanlar gibi tuval resmine karşı çıkanlar da vardı, ama bu konuda yeterince düşünmedikleri için karşı çıkışları verimli olmadı. Demek ki, bu coğrafyanın teklif ettiği yöntem bu: Bilmediği halde karşı çıkmak. Enstalasyon yapanın çağdaş, tuval resmine “saplanıp kalanın” gerici sayıldığı zamanlar yaşandı Türkiye’de.
■ Doğu ile Batı arasındaki ayrım sanıldığından daha derin belki de...
Öyle elbette. Ama ne Batı korkunç, kötü ve olumsuz, ne Doğu tam tersi. Algı farklarının yarattığı yöntem farkları var sadece. Dayanılmaz olan bu farkların yok sayılması, tektipleşme... Tabii bütün bunları biliyor ve söyleyebiliyor olmanız, sizi sanatçı yapmaz. Bunlardan konuşmak ne sanatçı olduğunuzun kanıtıdır, ne de buradaki işlerin büyük sanat yapıtları olduğunun... Batı sanatı, bizim unuttuğumuz, onlarınsa unutamayacağı kadar katı ve keskin bir geleneksel yapının sonucunda geldi bugüne. Buna gericilik adını verenlere “Batı sanatı gericiliğin doruğu sayılır” derim. Her büyük Batılı sanatçı kendi geleneğiyle ilgili mutlaka bilgi sahibidir. Klee için de böyleydi, Kandinsky için de... Hiçbiri rastlantısal biçimde çıkmadı.
Under Construction
Öznur Güzel Karasu, Reysi Kamhi ile sergi hakkında konustu:
“under construction/yapım aşamasında” ilk kişisel serginin adı. Öncelikle bu projenin ortaya çıkış sürecinden bahseder misin?
İnternetin nasıl ve ne amaçla kullanıldıgı sorusundan hareketle oluşturduğum çalışmalarıma daha lisans eğitimim sırasında başlamıştım. Mezun olup da bir sergi kurma fikri ortaya çıktığında ise ağırlıklı resim olan bu çalışmları direkt galerinin duvarına asmak istemedim. Çünkü işler aslında hiçbir zaman bitmiyor ve projeler birbiriyle ilişkilenebiliyor, yeni fikirlerle geliştirilebiliyor.
Bir galeride kendi işini sergilemek kimi zaman seni o işe yabancılaştırabiliyor; çünkü üretildigi atölye ortamından bambaşka steril bir mekana taşınmış, Enis Batur’un tabiriyle yapıt ‘gurbet’e düşmüş oluyor. Bu sebeple zaten başlamış olduğum çalışmaları geliştirmek ve onlara farklı anlamlar yükleyebilmek, sergiye ve üretimime bir süreklilik fikri katmak istedim. Böylece galerinin duvarları bir yapboz tahtası gibi gün be gün değişen, “yapım aşamasında”ki bir alan halini alacak. “under construction” isminin doğuşu da bu süreçsellik üstünde yapılanıyor.
Serginin temasını ve ana kurgusunu oluşturan sanal dünya senin için ne ifade ediyor?
Sanal gerçeklik olaylara temasa geçme şeklimizi değiştirdi. Bu dünyanın hayatımızdaki egemenliği, yadsınamayacak boyutlarda. Örneğin facebook hesabımızın olması, kimliğimizin olması kadar doğal bir sürece dönüştü. Öte yandan, görsel duyunun hakimiyeti artarken cisimsizleşme söz konusu oluyor. Artık gazete almıyor internetten okuyoruz, blogları takip ediyor hatta blog yazıyoruz, internetten alışveriş yapıyor, hatta cinselliğimizi bile bu görsellikten hareketle kurgusal, yapay bir mekanda deneyimliyoruz. İnternet ile cinsellik, daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar çok insanın yaşamına girebiliyor.
Sabahtan akşama kadar sübjektif bir bilgi alanı oluşturuyor, oradan oraya keyfimizce ‘surf’ yapıyoruz. Her şeye daha hızlı, daha rahat ulaşabiliyoruz. Ben de sanal olarak edindiğimiz bilgiyi cisimleştirmeye çalışıyorum. Elle yapılmış kendime ait nesnelere dönüştürüyorum, kaydediyorum.
İşlerinde özellikle facebook ve twitter gibi sosyal iletişim ağlarındaki imajlardan yola çıkmışsın. Son zamanlarda bu iletişim ağları hayatlarımıza daha çok girince sanatta da daha çok yer bulur oldular. Senin bu dünyaya sanatsal bakışının diğer sanatçılardan ne gibi ayrım noktaları var?
Ben işe daha çok kendimden ve çevremdeki tanıdığım insanlardan yola çıkarak başladım. Kendimin ve onların deneyimlerinden hareketle bir dil oluşturmaya çalışıyorum ve daha yolun çok başında olduğumu düşünüyorum. Sergimin fikirsel sürecinde sevdiğim, takip ettiğim birçok sanatçıdan etkilendim kuşkusuz. Bence işlerimdeki belirgin noktalarından biri, teknolojiyle bu kadar iç içe geçen konuları çok daha geleneksel bir anatımla tasvir etmeye çalışmam. Genellikle yağlıboya kullanıyorum, kimi zaman da grafik kalemlerini veya suluboyayı tercih edebiliyorum.
Serginin kurgusunu nasıl oluşturdun?
Ben aslında serginin kurgusunu sıradan bir emlak projesininin oluş sürecine benzetiyorum. Yüzme havuzlu, kat otoparklı lüks bir site örneğin. Böyle bir projenin henüz bitmeden, oluşturulmuş maketlerle, hazırlanan fotograflar ve animasyonlarla neye benzeyeceğini bilebilirsiniz. Yapım aşamasında olduğu halde size dönüşeceği halinin vaadini sunar. Ben de sergide bu kurguya benzer bir yaklaşım yakalamaya çalıştım. Açılış gününde bu sebeple yalnızca vaad edilen bir serginin fotografları vardı. Sergi süresince Salıdan Cumaya haftanın dört günü galeride çalışmalarıma devam edeceğim ve serginin son günü olan 14 Temmuz’dan bir gün önce ise tüm üretim tamamlanmış olacak. Kapanış daveti de yine bu tarihte yani 13 Temmuz’da gerçekleşecek.
Yani sergi süresince galeri aynı zamanda senin atölyen olacak…
Evet. Benim için serginin en heyecanlı kısmı da zaten bu. Bir üretim alanının galerinin içinde barınacak olması ve bitmiş mükemmel olarak tabir edebileceğimiz bir iş göstermektense, izleyiciyi düzensizlikle karşı karşıya bırakmak... Mahrem üretim sürecinin kendisini göstermeye ve bu özel alanın ziyaretçiyle paylaşılan bir düşünme yeri olmasını sağlamaya çalışacağım. Dış dünyadan saklanan bu sürecin kendisini sorgularken, kaçınılmaz olarak kendimi de sorgulayacağım bir deneyim olacağına inanıyorum. Aynı zamanda bu süreç twitter’dan da takip edilebilecek.
Galeriye gelenler ya da twitter’dan seni takip edenler serginin oluşum aşamasına dahil olacaklar…
Evet, özellikle galeriye gelenler bu sürece tanıklık edebilecekler. Twitter’ı kullanmamın en önemli sebebi ise sergiye dair bir kayıt, belge oluşturmak istememdir. Teknolojik gelişmeler sayesinde her an izlenebilir ve rahatça ulaşılabilir olduğumuz bu günlerde, kaydedilmemişlik neredeyse yaşanmamışlıkla eş değer bir hal aldı. Dolayısıyla sergi, geçirdiği tüm aşamalarla, o güne dair twitter’daki basit yazılarla, kaydedilmişlik üzerinden bir gerçeklik oluşturmayı da hedefliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)